yecga07 Admin
Mesaj Sayısı : 177 Rep Gücü : 56418 Kayıt tarihi : 23/06/09 Yaş : 33 Nerden : İZMİR Aktiflik : Uyarı :
| Konu: Alemin Kralı Alen Markaryan Paz Tem. 19, 2009 6:42 pm | |
| Beşiktaş'ın kapalı tribün amigoluğunu yapan Alen Markaryan, "Biz 93 yılında tribün terörünü bitirdik. Bugün hangi deplasmana giderseniz gidin, ya futbolcu ya da taraftar taşlanır. Çünkü orası göz önünde değil, organize bir şey yok" dedi Alen Markaryan 1991 yılından beri Beşiktaş'ın kapalı tribün amigoluğunu yapıyor. 6 Kasım 2002'deki Fenerbahçe-Galatasaray derbisinden sonra, 4 arkadaşıyla birlikte, bir yıl her türlü spor müsabakasına girememe cezası aldı. "Hiç kimseye kırgın değilim. Ceza gelir geçer. Ne de olsa tribünler bize destek çıktı. Önemli olan tribünün kararıdır." diyor. Her gole sevinemeyen amigo Alen'le tribünleri, taraftarlığı, holiganizmi, eski derbileri, yani her şeyi konuştuk Nasıl amigo oldunuz? Bu serüven 1984 yılındaki gecelemelerle, kavgalarla başladı. O zaman geceleri kovalamacalar, tribün kapma mücadeleleri vardı. Bunlar 7-8 sene sürdü. Ama 1990'dan sonra, emniyet, güvenlik açısından herkesin tribün önüne çıkmasına izin vermedi. Sadece 1-2 kişiye izin verildi. Benim amigo olmam, seçimle ya da kararla olmadı. Tribündeki hareketlerimizden, taraftarların bana karşı etki tepkisinden kaynaklandı. Bir baktım, omuz vermişler, tribün lideri olmuşuz. Size göre taraftarlığın tanımı nedir? Taraftarlık bir meslek midir? Taraftarlık asla bir meslek değildir. Taraftar takımına destek veren kişidir. Taraftar maça gelip eller cepte, bağırmadan maç seyreden, çekirdek yiyen ya da neskafe içen kişi değildir. Esas taraftar, takımına destek veren kişidir. Taraftarlık insanın tutkusunu, hevesini, bilinçaltındaki ve özel hayatındaki her şeyi bağlı olduğu kurum veya kuruluşa ya da camiaya verebilmesidir. Sözlükte taraftarlık 'bir şeyi benimseyip ona manevî anlamda destek olmak' diye geçer. Taraftarlığın gerçek anlamı, takımı maç öncesinde ve 90 dakika süresince destekleyip motive etmektir. Beşiktaş tribünleri, jenerasyon bağının en kuvvetli olduğu tribünlerdir. Benim, 14-15 yaşındayken ağabey dediğim insanlar şimdi tribünde beni gördüklerinde bana 'Alen Abi' ya da 'Amigo Alen' diye hitap ediyorlar. Aramızda çok iyi bir bağ var. Tribünler tezahürat bakımından çok zengin. Bu tezahüratlar nasıl ortaya çıkıyor, nasıl besteleniyor? Bunlar arkadaş meclislerinde, toplantılarında bir yerlerde oturup, çay-kahve ya da bira içerken günümüz müzikleriyle oluşturuluyor. Bundan 15-20 sene önce yaşanan nota kıtlığı yüzünden, müzik sistemi hep aynıydı. Yani kısıtlı müzik vardı ve o yüzden tezahüratlar hep Müslüm Gürses, Orhan Gencebay gibi sanatçıların şarkılarına dayanırdı. Ama günümüz müziğinin gelişmesiyle sanatçılar çoğaldı. Çok şarkı olunca müzik yapmak zor, söz yazmak kolay oluyor. Çok iyi beste yapabilen arkadaşlarımız var. Son 3-4 seneye damgasını vuran, gazetelere konu olan bestelerimiz var. Biz tezahürat ve slogan konusunda iyiyiz. Aslolan tribünde maçın gidişine göre slogan yaratmak; hakemi, rakip seyirciyi ve futbolcuyu etkileyip kumpasa almaktır. Biz bunu başarabiliyoruz. Çünkü tribündeki taraftarlar gözlerimden ve hareketlerimden beni anlayıp hemen harekete geçebiliyorlar. Bunda, bizim kapalı tribünün içe doğru yay şeklinde olması çok etkili. Ben tribünün en ucundaki seyirciyi bile görebiliyorum. Ali Sami Yen ve Kadıköy'de böyle bir ortam bulunmadığı için iletişim zayıflıyor, performans düşüyor. Zaten başarımızın yüzde 50'si de buradan geliyor Küfür sahalardan silinebilir mi? Küfür Türkiye'de çarpıtılıyor. Küfür sadece tribün bağlamında ele alınmamalıdır. Küfür Türk toplumunun bilinçaltında var. Osmanlı'dan beri var. Filmlerde sıkça kullanılıyor. Son 4-5 senede 'lan' kelimesinin kullanılmadığı bir cümle duymadım. Mecliste insanlar birbirine küfredip, silâh çekiyor. Bunların hepsi Türk toplumunun geleneğinde var. Televizyonlarda milyonların seyrettiği spor programlarında, Ahmet Çakar ile Erman Toroğlu birbirine küfrederse, Ziya Şengül kahve sahibi gibi racon keserse, bunları seyreden insanın en rahat edebileceği yer olan statlarda küfretmesi doğal. Üstelik adam keyfinden küfretmiyor. Ortada haksızlığa isyan var. Hakem aleyhinize olmayan bir ofsayt bayrağı kaldırıyor, bir penaltı yaratıyor; böylece hakem tribünlere ve TV başında maçı seyreden taraftara küfretmiş oluyor. Kendisine küfredilen bir toplulukta da küfürle cevap veriyor. Ama 7-8 maçtır sahamızda küfür yok. Biz taraftarlarımızı, maçtan önce, sahamız kapanır, ayrıca 100. yılımız diye uyarıyoruz. Caydırıcı cezalar etkili olabilir; ama şampiyonluk maçının 89. dakikası, hakem haksız bir penaltı çalmış; ne yaparsın? Film bir yerde kopar, ondan sonra ceza hak getire. Sahalarda yaşanan gerginliklerde medyanın payı nedir? Türkiye'de reyting amaçlı spor yazarları var. Bunların kalemlerinden mürekkep yerine kan damlıyor. İnsanlar kanla besleniyor. Ahmet Çakar'ı, Erman Toroğlu'nu, Ziya Şengül'ü görüyoruz. Bu adamlar Türk toplumuna yakışmıyor. Spor medyasını bu kişilerden arındırmak gerekiyor.
[/size][size=9] Elmalarla armutları karıştırıyorlar. Bunların takipçisiyiz. Biz doğru adımlar atıyoruz. Bu sene maçlarımızda sahaya meşale atılmadı, hakem anonsu yapılmadı. Biz emniyetin bizden istediklerini yerine getirdik. 90'lar öncesinin olaylarıyla beslenen bir basınla karşı karşıyayız. İnsanları her yere sürükleyen bir medya var. Biz değiştik, medya aynı yerde kaldı mı diyorsunuz? Biz 93 yılında değiştik. GS-FB-BJK amigoları, Adnan Polat'ın girişimleriyle yapılan toplantı sonucunda eskisi gibi bir yerlerde toplanıp, saldırma amaçlı tribün mücadelelerinden vazgeçtik. Konumuz yer mücadelesiydi; mücadele, tribünün esas yerini kapma mücadelesiydi. Adnan Polat ve Hıncal Uluç'un girişimlerine bir de UEFA'nın baskıları eklenince, tribünlerde kombine bilet ve numaralı sisteme geçildi. Böylece mücadele edilecek bir tribün kalmadı. Zaten tribünü otomatik olarak biz almış olduk. 93'ten itibaren bir olay olmadı. Çok iyi incelerseniz İstanbul'da tribün terörü bitmiş, terör Anadolu'ya geçmiştir. Bugün hangi deplasmana giderseniz gidin, ya futbolcu ya da taraftar taşlanır. Çünkü orası göz önünde değil. Orada organize bir şey yok; saklanmak, kaçmak çok kolay. Bunun en güzel örneği Beşiktaşlı futbolcuların gündeme gelmeyen Denizli'de taşlanmaları. Her şey eyyam kokuyor. Deplasmana giderken kesici aletler götürmek şov amaçlı mı, yoksa bunun altında başka bir neden mi var? Burada iki ayrı konu var. Birincisi polis deplasmana giden taraftarları çok iyi koruyor. Deplasmana giderken karşı takımın taraftarlarıyla karşı karşıya gelmiyorsun. Eskisi gibi karşılaşıp kavga etmek bitti. 99'dan itibaren Kadıköy'e otobüslerle gidiliyor. Ben bu güne kadar, stada girerken bir Fenerbahçeli taraftar görmedim. Otobüsten inip hemen maça giriyoruz. Kavga edecek bir ortam yok. Zaten kavgaların hiçbir anlamı yok; biz kavga istemiyoruz. Bizim aramızda hiçbir husumet yok, arkadaşlarımız da bizim sözümüzü dinliyor. Trabzon'a, Kocaeli'ye gidiyoruz, kavga-dövüş yok. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Fakat medya maalesef geriden geliyor. Biz spor basınından 15 yıl ilerideyiz. Nasıl Avrupa'yı 15 yıl geriden takip ediyorsak, basın da bizim 15 yıl gerimizde. Biz antrenmanı izlemeye giderken, gazeteciler bize gelip 'Antrenmanı basmaya mı gidiyorsunuz? Basacaksanız bize de haber verin' derlerdi. Böyle gazeteciler var. Bunlarla bir yere varamazsınız. Spor basınında diplomalı gazeteci yok. Rıdvan Dilmen'in, Erman Toroğlu'nun diploması mı var? Eskiden derbilerde tribünler yarı yarıya bölünürdü. Şimdiyse 500 kişilik gruplar derbilere gidebiliyor. Bu duruma nasıl gelindi? 12 Eylül 1980 darbesinden sonra alınan kararlar sonucu, her tribün yarı yarıya bölündü. Gün geçtikçe tribünler kombineli sisteme döndü. Böylece 40 bin kapasitesi olan stadımız 23 bin kişilik hâle geldi. Yani eskiden iki takımın taraftarı da 20 bin kişiydi; fakat kombineli sisteme geçilince sayı azaldı. Yani iki takımı seyretmeye 10'ar bin kişi gelmeye başladı. Daha sonra bizim stadımızda deplasmana gelen taraftarlar sadece açık tribüne alındı, sayıları 5 bine düştü. Bu sayı da insanları tatmin etmedi. Güvenlik tedbirleriyle bırakılan boşluklar sonucu bu sayı daha da azaldı. Daha sonra 2 binlere, en komiği ise bin 611 gibi rakamlara düştü. Son yaşanan olaylar sonucu da bu sayı 500'e düştü. Gün geçtikçe rekabet denen, derbi denen şey bitti. Derbi, iki denk kuvvetin arenada birbiriyle kapışmasıdır. Derbi, tarihten, güçten gelen bir şeydir. BJK-GS-FB derbisi dendiğinde, derbi daha bir anlam kazanır. Bu takımlar arasında 1900'lü yılların başından beri süregelen bir mücadele var. 2 sene önce internette yaptığımız anketler sonucu, taraftarların da eskiye dönülmesini istediğini gördük. Çünkü derbi anlamını yitirdi. Ben artık derbi maçlarına derbi gibi bakmıyorum. Kadıköy'e gidiyorsunuz, 54 bin kişiye karşılık bin kişi var. Böylece 54 bin kişinin egosu tatmin ediliyor. İğrenç bir durum. Artık kimse derbilerden zevk almıyor. Çünkü karşında muhatap alacağın bir seyirci yok. Tribünler yarı yarıyayken kim daha iyi organize olacak, kim daha iyi bağırıp takımını motive edecek mücadelesi vardı. Amaç hedeften saptırıldı. Amaç FİFA'nın oyuncağı hâline geldi. FIFA tüketen taraftar istiyor. Gidip atkı, bayrak, forma, şort alan seyirci istiyor. Öte yandan gerçek taraftar, tüketen taraftar olmak istemiyor. O zaman da size çapulcu diyorlar. Çapulcu denen adam 90 dakika takımını destekliyor. Parası yoksa gidip yöneticiden bilet istiyor. Bu adam bileti alıp turşusunu mu kuruyor? Parası olsa gider kendi cebinden biletini alır. Süleyman Seba bedava bilete karşıydı. Yöneticinin yanına taraftar gidemezdi. Zaten Seba yöneticilerin taraftarla görüşmesini yasaklamıştı. Bu konuda çok katıydı. Bedava bilet, para, rüşvet, deplasmana otobüs bizde olmaz, çünkü başkan buna izin vermezdi. Taraftara asla taviz vermezdi. Bizim 2 jenerasyon üstümüz para için değil, Beşiktaş için geldi. Para için gelenler de oldu, ama onlar bizim tribünde para olmadığını anlayınca ayıklandılar. Zaten hemen kendilerini belli ettiler. Alan gerçek Beşiktaşlılara kaldı | |
|